Gezi’de Bir Gün: Bir Mecra olarak Sokaklar ve Geri Kalan Her şey
Anıl İşisağ
Haziran 2014
Gezi Direnişinin başlangıcından sonuna kadar Ankara’daydım. Eylemlere Ankara’da katıldım, birinci ağızdan bilgileri hep Ankaralı arkadaşlarımdan aldım, onlarla uzun sohbetler ettim. Sosyal medya sağ olsun, hem İstanbul’da hem ülkenin dört bir yanında neler olup bittiğini an be an takip ettim, ama direniş denince ilk günden son güne kadar aklıma gelen tüm anılar Ankara’ya dair. Bir gün hariç…
22 Haziran günü bir arkadaşımın düğünü için İstanbul’daydım ve yolum İstanbul’a düşmüşken Gezi Parkı’na da bir uğramak istedim. Direnişçilerin parka ve Taksim Meydanı’na yerleştiği, polisin geri çekildiği zamanlardı. Sabaha karşı şiddetli bir saldırı sonucu polisin parkı ele geçirdiği günden birkaç gün önceydi. O gün orada tanık olduğum ortamı betimlemek için tek bir sözcük seçme hakkım olsaydı, seçeceğim sözcük ‘şen’ (festive) olurdu.
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum: Bu yazı her ne kadar etnografik esintiler taşısa da; bizzat oradayken ne bir satır not tuttum, ne de ileride bir gün böyle bir yazı yazmayı tasarladım. Aktaracaklarım tamamen geriye dönüp baktığımda hatırladığım, aklımda yer etmiş imgelerden ibaret. Zaten bir Gezi etnografisi yapmaya çalışmak, bana göre, Gezi’yle ilgili en temel noktaları gözden kaçırmak anlamına geliyor. Şöyle ki, araştırmacı kimliğine bürünmüş, değerlendirmeci bir aklın birazdan bahsedeceğim ‘şen’liği tam manasıyla kavrayabileceğini düşünmüyorum. Kanımca böyle bir meselede bir etnografın en çok güveneceği aygıtı olan katılımcı gözlem bile yetersiz kalır. Yani ya içindesindir çemberin, ya da dışında yer alacaksın. O nedenle, Gezi’yle ilgili yazılan tüm yazılar, yapılan tüm yorumlar ve araştırmalar ancak geriye dönük (retrospective) olabilir ve olması gereken de bu zaten. İkincisi, evet, bu yazıda çizeceğim resim ‘şen’likli bir Gezi güzellemesi, fakat tüm bunların ardında asla unutulmaması gereken polis şiddeti, siyasi iktidarın marjinalleştirme ve kutuplaştırma çabaları ve insanlarımızın yaralanması, organlarını ve hayatlarını kaybetmesi mevzuları da var. Her ne kadar o coşkulu ve geleceğe dair umutlar yeşerten Gezi ruhunun önemi büyük olsa da, bu ruhun ne koşullarda ve ne pahasına sürdürüldüğünü asla unutmamamız gerekir.
Parka ulaşmak için vapurdan inip tutturduğum Kabataş’tan Taksim’e giden yol boyunca ve Taksim meydanına vardığım anda kendimi adeta popüler kültür öğelerinin bombardımanı içinde buldum. Yol boyunca atılan sloganlar futbol takımlarının taraftar marşlarından alıntılardı. Duvarlara grafiti ile yazılmış yazılar, Behzat Ç, Arka Sokaklar ve benzeri televizyon dizilerine referanslar, Ekşisözlük ve İncisözlük gibi internet sitelerinde meşhur olmuş aforizmalar ve ünlülerden modifiye edilmiş sözler içermekteydi. Duvarlar haricinde yerlerde, kaldırım taşlarıyla oluşturulmuş barikatlarda ve dükkânların (özellikle de bankaların ve uluslararası şirketlerin şubelerinin) ön cephelerinde yazılar vardı. Yani bir bakıma popüler kültür öğeleri yine oradaydılar, her zaman oldukları gibi. Fakat bu sefer farklı olan bir şey vardı: Hepsi alaşağı edilmişti. Ait oldukları bağlamdan koparılıp başka bağlamlarda kullanılmış, alıştığımız anlamlarının ötesinde çok farklı anlamlar kazanmışlardı. Şimdi tüm bunları düşündüğümde, o gün gördüklerimin Henri Lefebvre’nin festival (la fête) kavramını çağrıştıran görüntüler olduğunu söyleyebilirim. Bu kavram, Lefebvre’nin gündelik hayat eleştirisinde önemli bir yer tutar (1). Lefebvre’ye göre gündelik hayatın içinde festivalin ikili bir anlamı vardır. Festival, hem gündelik hayatın ve popüler kültürün bir parçasıdır, hem de gündelik hayatın gündelik hayata asla benzemeyen bir yeniden yapılandırılmasıdır. Bu açıdan bakarsak, Lefebvre’nin ortaya attığı, festival halinin günlük hayatı kuşatan hiyerarşik düzeni ve ayrımları devrimci amaçlar uğruna alaşağı etme kabiliyetine sahip olduğu tezine dayanarak Gezi eylemleri değerli addedilebilir. Eylemlerin hükmedilenin hükmedene verdiği, günlük hayatta karşılaştığımız ayrımları ve eşitsizlikleri geçersiz kılan devrimci bir cevap olduğu düşünülebilir. Ama bir diğer yandan da, bu görüşü eleştirenlerin öne süreceği gibi, bu eylemler anti-demokratik ve otoriter yönetim biçimi sonucu vermek zorunda bırakıldığımız tavizlerin devlet tarafından ‘izin verilen’ bir tazminatı olarak görülebilir. Taksim’i ziyaretimden birkaç gün sonra polisin şiddetli müdahalesi sonucu Gezi Parkı’nı işgal etmesi ile sona erecek olan bir tazminat…
O güne tekrar dönecek olursak, meydanda dört bir yandan beş duyu organıma akın eden uyaranları hatırlıyorum. On binlerce insan telefonla konuşuyor, tweet atıyor, fotoğraf çekiyor, slogan atıyor, şarkı söylüyor, dans ediyor ve bayrak sallıyordu. Değişik siyasetlerin ve belki de o güne değin siyasetle doğrudan alakası olmayan birçok örgütün broşür ve bildirilerini; futbol takımları, sivil toplum kuruluşları ve siyasi partilerin bayrak ve flamalarını; çeşitli politik figürlerin posterlerini; eylemciler tarafından ele geçirilmiş belediye otobüsleri ve çeşitli televizyon kanallarının canlı yayın araçlarını görebiliyordum etrafımda. Bazı eylemciler V for Vendetta filmiyle meşhur olmuş Guy Fawkes maskeleri takıyor, bazıları tuttukları futbol takımının forma ve atkılarını üzerlerinde taşıyor, diğerleri ellerinde bayraklar ve posterler tutuyorlardı. AKM’nin ön cephesi birçok farklı örgütün, kuruluşun, takımın bayrakları ve flamalarıyla doluydu. Grafiti spreyler, bayraklar ve değişik renk ve çeşitlerde maskeler satan sokak satıcıları da kalabalığın arasında belirmişti. Parkın içine doğru yürüdüğümde farklı müzik türlerinden şarkıları, taraftar marşlarını, mikrofonları ve kameralarıyla röportaj yapmaya çalışan gönüllü muhabirlerin seslerini duyabiliyordum. Parkın birçok noktasına kurulmuş portatif mutfaklarda pişirilen ve eylemcilere ücretsiz olarak sunulan envai çeşit yemek kokusu burnumu dolduruyordu. Aynı zamanda -her ne kadar orada bulunduğum zaman diliminde etraf huzurlu ve barışçıl olsa da- meydana ve parka sinmiş biber gazı kokusu da burnuma geliyordu.
Burada çizmeye çalıştığım resimde açıkça görüldüğü üzere her bir eylemcinin aktarmak istediği bir mesaj ve bu mesajı aktarmak için kullandığı bir dizi araç vardı. Yaymak istenilen her bir mesajın kendine özgü bir yapısı vardı ve bu kalabalıkta sesini duyurmak oldukça zor bir hal almıştı. Bu nedenledir ki, eylemciler mesajlarını iletmeye yarar sağlayacak her bir mecrayı verimli bir biçimde kullandılar: Duvarlardaki grafitilerden tutun da broşürlere, taraftar marşlarından tutun da çeşitli maskelere. Yani “her yer Taksim, her yer direniş”ti, ve aynı zamanda her yer medyaydı.
Gezi’yle ilgili birçok yazıda sosyal medyanın önemine değinilmiş, direnişin ortaya çıktığı ve sonra dallanıp budaklandığı iki temel alan olarak sokaklar ve sosyal medya gösterilmişti. Buna ek olarak, ana akım medyanın hesaplı kayıtsızlığı üzerinde durulmuş ve tam bu noktada sosyal medyanın direnişin devamı açısından ne denli önemli olduğu öne sürülmüştü. Bana göre bu denklemde gözden kaçırılan nokta, Gezi Direnişinde sokakların ve geri kalan her şeyin de bir mecra olarak kullanılmasıydı. Yani ana akım medyanın boşluğu sadece sosyal medya ile değil, medya olarak kullanılabilecek ne varsa onunla doldurulmuştu. Bu bağlamda Taksim’de olanlar “bugün medya ile değil, bizzat medyanın içinde yaşıyoruz” savını doğrular nitelikteydi (2). Yaşananlar duvarlardaydı, yerdeydi, broşürlerdeydi, bayraklardaydı, posterlerdeydi, formalardaydı, videolardaydı, fotoğraflardaydı, telefon konuşmalarındaydı, şarkılardaydı, sloganlardaydı ve bedenlerdeydi. Bir zamanlar pasif tüketiciler olarak görülen bireyler, artık medya içeriği üretmenin de ötesine geçmişti: Alternatif mecralar üretiyorlardı. Bu nedenle, belki “devrim televizyondan yayınlanmayacak”tı, ama o veya bu şekilde, bir veya birden çok medya kanalı kullanılarak kitlelere duyurulacaktı. İşte bu tam da ‘medyanın ortadan kaybolması’ diye adlandırabileceğimiz bir durumdu (2): Medya, direnişin o denli tümleşik bir parçası haline gelmişti ki, o kadar her yerde ve her zaman hazır durumdaydı ki, hepimiz onu kanıksadık ve varlığını unuttuk. Yani, “her yer Taksim, her yer direniş”ti, ama medya hiçbir yerdeydi
Gezi Direnişinde direnişin o şen ruh halinin, eylemciler tarafından türetilen ve her yerde, her zaman hazır bulunan medya kanallarıyla bir araya geldiğini gördük. Bu durumu göz önünde bulundurursak, o şen ruh halinin çok sayıda alışılagelmedik medya kanalının kullanılması sayesinde Türk siyasetine sızdığını öne sürebiliriz. Bu ruh hali, ülkede siyasetin yorumlanma ve tartışılma biçimlerini derinden etkilemekle kalmayıp siyasi eylemlilik yöntemlerini de değişime uğratmıştır. Tabii ki direnişin şen ruhu ve mizah kullanımı Gezi’den önce de vardı. Bu tarz taktikler tüm dünyada anarşist hareketler tarafından uzun zamandır kullanılmaktaydı. Türkiye’de de İncisözlük ve Zaytung gibi online platformlarda yürütülen medya eylemliliğinin bu doğrultuda yadsınamaz katkıları olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Gezi Direnişi fiziksel alanda yürütülen protestoların bu büyüklükte bir medya eylemliliğiyle birleştiği benzersiz bir deney alanı oldu. Bugün Gezi Direnişi sayesinde siyasette ve siyasi eylemlerde festivalin yansımalarını görmek mümkün. Mesela, Çarşıbaşı Ak Gençlik üyelerinin başbakanı Trabzon havaalanında kefen giyerek karşılamaları ve “Kefenimizle geldik, ölümüne seninleyiz” mesajı vermeleri bu duruma iyi bir örnek teşkil ediyor. Bu örnek gösteriyor ki Gezi’de ortaya çıkan bu akım Gezi karşıtları tarafından da benimsenmiş durumda. Hal böyle olunca, bu şen ruh halinin ilerleyen zamanlarda Türkiye’de siyasi eylemliliğin daha önemli bir parçası haline geleceğini öngörmek mümkün. Tabii ki Gezi sayesinde…
Kaynakça
- Highmore, B. (2002). Henri Lefebvre’s Dialectics of Everyday Life. Everyday Life and Cultural Theory: An Introduction, 113-144.
- Deuze, M. (2011). Media life. Media, Culture & Society, 33(1), 137-148.